Word Irmağının Kıyısında Oturdum, Ağladım
Tıpkı her hafta olduğu gibi, bu hafta da buraya ne yazacağım konusunda hiçbir fikrim olmadan, konuşulabilecek milyonlarca konu içinden kendime uygun bir tane seçemeden, bilmezliğin getirdiği özgürlük ve fakat her ne kadar özgürlük gibi görünse de, bilmezliğin aslında büyük bir çeşit tutsaklık olduğunun verdiği o huzursuzluk var ya, işte onunla, ve öyle bir huzursuzluk ki o, hala lafı uzatmama, uzattıkça merkezden uzaklaşmama, uzaklaştıkça bu cümlenin öznesi ile yüklemi arasındaki ilişkiyi toptan kaybetmeme sebep oluyor, oturdum Word ırmağının kıyısında ve ağladım...
Ağladım, çünkü demek ki yazmak konusunda kabiliyetli değilim. Düşüncelerimi yazarak anlatabildiğim doğru değil. Yeterince ilgi çekici, düşündürücü, fikir verici, tebessüm ettirici değil cümlelerim.
Öyle ki, sosyal medyada paylaştığım herhangi bir fotoğraf, ki o fotoğrafta da aslında, ilgi çekici değilim, düşündürücü, fikir verici, tebessüm ettirici değilim, çıplak değil; hatta çoğu zaman ben yokum bile o fotoğrafta, lakin hiçbir özelliği olmayan bir fotoğraf bile benim cümlelerimden daha çok talep görüyor.
Yüzü yanmış bir bebek fotoğrafını beğenerek 3 lira, yorum yaparak 5 lira, paylaşarak 10 lira kazanacağınızın yazılı olduğu ve "vicdanı olan paylaşsın" notunun sonuna bir de acayip surat ifadesi eklenmiş bir rezalet, 296.524 kere beğeniliyor ülkemde. Hiç kimse de demiyor ki "bunun beğenilecek bir tarafı yok ki"...
Beğeniyorlar...
Bir şey yapmadan geçince vicdanları rahatsız oluyor çünkü...
Ama böyle bir şeyi beğenerek, paylaşarak, neye hizmet ettiklerini, kime fayda sağladıklarını, bundan nemalananın din düsturu ile geçimini sağlayan televizyon kanallarından birindeki saçma sapan bir dizinin tanıtım sayfası olmasının ne kadar ahlaksızca olduğunu, bu ahlaksızların insanların vicdanını sömürerek memleketi ne hale getirdiğini düşünmemek vicdanlarını rahatsız etmiyor.
Bugünün bilmem ne günü olduğu, bu mesajı bilmem kaç kişiye gönderirsem her şeyin gönlüme göre olacağı, bunu bir kez paylaşıp, üç kavşaktan döndürüp, Üsküdar sahilinden denize atarsam, yarin bana geri döneceği, bunu bir kez beğenmezsem başıma geleceklerden kimin sorumlu olacağının belli olmadığı bir takım iletiler, insanların aptallıklarına işaret etmekten başkaca bir mizahı olmayan küçük düşürücü videolar binlerce kez paylaşılırken, benim yazılar, küçücük ömrünü kendini dünyanın merkezi sanarak harcayan her sıradan ölümlü gibi, sevgi ve şefkat ihtiyacı içinde kalakalıyor.
Özgecan hadisesinin vuku bulmasından iki gün sonra Özgecan Aslan adına açılmış bir Facebook sayfası gördüm. Zannettim ki Özgecan'ın kendi sayfası, tıkladım; bir sürü paylaşımlar, Özgecan'a dualar, katiline beddualar, olaylar, olaylar...
Üç bin küsür kişi tarafından beğenilmiş ve takip ediliyordu sayfa...
Ne zaman açıldığına baktım; olayın ertesi günü, böyle bir olaydan bile nemalanmak peşinde olan bir fırsatçı tarafından açılmış, iki günde binlerce defa tıklanmış bir adi ortaklık, ahlak marşı okuyarak, ahlaksız işler yapan bir işletme...
Ve o sayfayı beğenerek bu insanlara prim veren binlerce kullanıcı...Şu anda bu sayfalardan onlarca var...
Mutlaka içlerinde iyi niyetli olanlar vardır ancak çoğu aldığı beğeniler, paylaşımlar sayesinde popüler olmaya çalışıyor ve o hesaplar, "şu kadar beğenisi olan sayfa" diye bir takım paralar karşılığında satılıyor, bunun çoğunuzun aklına bile gelmediğine eminim...
Hatta, sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem ama, abonesi olup her türlü paylaşımını büyük bir sevgi ile kucakladığınız bir takım ünlü ya da yarı ünlü insanların sayfaları da çoğunlukla kendilerine ait değil, sözleri de, yorumları da kendilerine ait değil ve siz yanlış kişiyi bu kadar çok seviyorsunuz...
Bir çeşit Cyrano de Bergerac bu sayfalar, fakat Cyrano onları kendisine benzettiğimi duysa, hiç yazılmamış olmayı tercih ederdi ve -İstemem, derdi; -eksik olsun...
Oysa basit bir düşünceden başka hiçbir kaynağı olmayan şu zavallı harfler öyle mi? Nasıl da ihtiyaç duyuyorlar onları yan yana getirecek, hecelere dönüştürüp, sözcüklerle buluşturacak, bunlardan cümleler oluşturacak ve nihayet hiç durmadan çağlayan o anlamlar ırmağına kavuşturacak bir okuyucuya...
Tıpkı tabağınızda kaldığı için arkanızdan ağlayan pirinç taneleri gibi...
Velhasıl;
Oturup bir bebeğin ve ailesinin başına gelen korkunç bir olaya gerçekten üzülmektense, kendini onların yerine koymaktansa, "Allah rızası için!" paylaşmak, beğenmek, vicdanını rahatlatıp günün getirdiklerini almaya devam etmek daha kolay.
Allah rızası için elbet, yalnız Allah'ınızın kim olduğuna göre değişir...
Kimseye bir şey demek istediğim yok; okumuyoruz, okumayı sevmiyoruz. İzlemek, bakmak, başkalarından duymak daha kolay çünkü.
"Oku" diye başlayan bir kitabı bile okumadıktan sonra biz, okunmayı umarak yazmak büyük saflık olurdu zaten.
Ancak bizi insan yapan en önemli şey parmaklarımızın çevikliği olmayabilir...Sorgulayabilmek bize Tanrı tarafından verilmiş en büyük ayrıcalık; öyle ki kendisini bile sorgulayabilmemize izin vermiş...
Bunu kullanmak için de bakmak yetmez, duymak yetmez, anlatmak yetmez...Okumak, düşünmek, araştırmak, sormak, sorgulamak, anlamak gerek...
Yetmez ama gerek...