SİYAH BEYAZ - Francesco Woodman
İyi akşamlar herkese! Bu akşam sizlerle Francesco Woodman'a ait fotoğraftan esinlenerek yazdığım bir hikaye paylaşmak istiyorum. Benim gerçekten çok ilgimi çekti hayat hikayesi. Bu kısa yazı onun birbirinden farklı fotoğraflarından yalnızca biri hakkında. Umarım sizlerin de ilgisini çeker ve beğenirsiniz. Okurken Chopen Nocturne No:2 In Flat, Op.9 No.2 dinlemenizi tavsiye ederim. ;)
SİYAH BEYAZ
Küçük, siyah beyaz bir oda. Yerler altıgen fayanslarla döşenmiş. Hangi renk olduğunu merak etmeyin. Dedim ya, siyah beyaz işte! Kireç badanalı duvarlarda sadece bir tablo asılı. Bomboş denilebilecek bir oda. Sadece bir ahşap sandalye, bir sehpa. Odaya süzülen gün ışığı sanki başkaları için doğmuş havası veriyor. Solgun, kirli bir ağarmışlık, o kadar! Sadece görebilmek için, o kadar!
Çoğu esmerinki gibi saçı siyah, vücudu zayıf olan kadın sandalyeyi odanın ortasına çekti. Biraz sağa aldı, sonra biraz sola. Bir türlü karar veremedi. Pencereye yakın mı olmalı uzak mı? Gün ışığı tavandan nasıl süzülüyor? Eğer pencere kenarını tercih ederse, tavana yeni bir kanca asılması gerekiyor. Bunu ince ve yorgun elleri becerebilir mi, diye bir yığın düşünce tırmaladı zihnini. Sonra kararını verdi. Akşamları yaktığı o cılız ışığın uzantısı işini görür diye düşündü. Hem pencereye bu kadar yakın olmak, insanlara da yakın olmak demekti. İnsanlardan uzaklaşmak her zaman tercih ettiği en basit yalnızlık metoduydu. O yüzden ahşap sandalyeyi sürüyerek ışığın hemen altına getirdi. Sandalyenin üzerine çıktı ve odaya kuşbakışı baktı. Biraz daha yaklaştı soluksuzluğa. Yüzünde hep aynı korku. Gidecek olmanın verdiği mutluluk, korkularına galip gelemedi. Ama başka çaresinin de olmadığını aklından bir türlü çıkaramadı. Yerden birkaç adım yüksek işte, ne var, dedi. Uçar gibi. Arabayla hızlıca bir tümsekten geçer gibi. Bir anda içinin bir hoş olması gibi. Belki de uçarken kanadından vurulan bir martının çektiği acı gibi.
Bunun nasıl bir şey olduğunu o an gelmeden bilmeliydi; ama nasıl? Nasıl denenebilir ki böyle bir şey? Sandalyenin tepesine çıkıp, nefesini son haddine kadar tutarak mı? Hayır! Sandalyeden indi ve odanın etrafında birkaç kez dolandı, ardında korkulu düşünceleriyle.
Tek sorun havada asılı kalmak ve nefessiz olmak değildi. Bir de onu öyle bulanların keşfedeceği vücudundaki ölüm artıklarını düşündü: Boğazını çepeçevre saracak olan belki morumsu, belki kırmızıya çalan urganın izi, nefessizlikten dışarı çıkmış bir dil ve dayanılmaz küf kokusu insanın. Kendisini bu fotoğrafta beğenmedi. Bu yalnızlık beni belki de o ipte çürütür, ne belli, dedi fısıldayarak.
Yalnızlık bu kadar derinde yaşanabilir miydi? Ölümde bile, yokluk ile varlığın aynı olması! 23 senelik ömründe neden insanlar biriktirememişti? Neden hep kendini kovmuştu caddelerden, sokaklardan? Sahip olduğu tek şey, fotoğraf makinesiydi. Bir hayat kumbarasıydı o makine. Cılız, narin parmakları en güzel onun üzerinde gezinirdi. Tek modeli kendisiydi. Saçları, çıplak vücudu, istemsiz uzayan tüylerinin siyahlığı, aynalar, yıkık dökük duvarlar, kaybolan bakışlar, inleyen sesler, birden fazla izinsiz dokunulmuş hep aynı kadın bedeni… En önemlisi de kovulmuşlukla gelen bir kaçışın sinmesiydi fotoğraflarına. Hayattan yılmasının nedeni tam olarak neydi, bilinmez; ama âşikar olan, konuşarak değil; deklanşöre basarak anlatmak istediklerini insanların anlayamaması, görmezden gelmesiydi. Belki de bu yüzdendi bir an önce toparlanıp gitmek istemesi.
Sonunda odanın etrafında dolanmayı kesti. Aklına parlak bir fikir gelmiş olacak ki, bir anda hareketlendi. Geceliğinin altını çıkardı, sandalyenin üzerine fırlattı. İnce bacakları ortaya çıkıverdi. Odanın kapısına yöneldi. Evet. Pervazdan tutunup kendini yalancı bir yoklukta sallandıracaktı. Böylelikle ölüme giderken nerelerden geçeceğini bilecekti. Elleriyle sıkıca kavradı kapının üst çıkıntısını. Sonra bedenini bırakıverdi boşluğa. Yüzünü pencere tarafına döndü; ama bakmadı gün ışığına. Gizledi yüzünü güneşin vizöründen. İnce bacaklarını salladı biraz. Dışarıdan gelen soğuk, ıslak esintiyle buluşturur gibi. Sonra nefesini tuttu. En dayanamayacağı ana, boğazını gerçekten bir urganın düğümlediğine inanana kadar. Gözleri karardı. Hayatın rengi kaçtı. Ölüm renklerine bulandı âdeta. Hangi renk olduğunu merak etmeyin. Siyah beyaz. Ölüm işte!
photo: https://christenmattix.wordpress.com/tag/francesca-woodman/
Nice post esraa
Thanks...
Çok güzel yazmışsınız. Söylediğiniz müzik de tam uyuyor metne.😄 Elinize sağlık
Teşekkürler... ;)
@original
Congratulations! This post has been upvoted from the communal account, @minnowsupport, by esra from the Minnow Support Project. It's a witness project run by aggroed, ausbitbank, teamsteem, theprophet0, someguy123, neoxian, followbtcnews/crimsonclad, and netuoso. The goal is to help Steemit grow by supporting Minnows and creating a social network. Please find us in the Peace, Abundance, and Liberty Network (PALnet) Discord Channel. It's a completely public and open space to all members of the Steemit community who voluntarily choose to be there.
If you would like to delegate to the Minnow Support Project you can do so by clicking on the following links: 50SP, 100SP, 250SP, 500SP, 1000SP, 5000SP. Be sure to leave at least 50SP undelegated on your account.
Tebrikler güzel yazın için🙋♀️💪
Tesekkurler ;)
Harika yazmışsın gerçekten tebrik ediyorum 😊
Cok tesekkur ederim ;)
Güzel paylaşım
teşekkürler
Çok ama çok beğendim. Akış çok güzel, yalınlıktan çıkmış kelimeler ve betimlemeler hikayeni canlandırmış."istemsiz uzayan tüylerinin siyahlığı". Son günlerde okuduğum en güzel paylaşım, görüşmek üzere.