Bir Devrimin Eşiğinde (10) – Harari’nin “Hayvanlardan Tanrılara: Sapiens”inin Eleştirisi (2)

in #tr7 years ago

handaxesachueleangroup17lrg.jpgHarari kitabının ilk bölümünde insan türünün evriminin kimi sorunları hakkında birtakım açıklamalar yapıyor.
“Bir Devrimin Eşiğinde” yazı serisini okuyanlar bilirler ki, biz de bu serinin önceki bölümlerinde, yine aynı evrimin bir kronolojisini yapmış ve bu evrimin kimi sorunlarına bazı açıklamalar getirmiştik
Son verilere dayanarak bu kronoloji yuvarlak rakamlarla şöyledir.
3,5 milyon yıl önce ilk taş “alet”lerin kullanılmaya başlandığı, kemiklerin kırılıp iliklerinin çıkarıldığı görülüyor. Meşhur Lucy veya diğer deyişle Australopithecus böyleydi. (Elbette şunu veri olarak kabul etmek gerekiyor: Australopithecus var olan benzeri türlerden sadece biriydi. Ama biz kolaylık olsun diye, en meşhur örneği belirtmekle yetiniyoruz.) Yani Dik duran, taş el baltasını ve sopayı cansız bir organ olarak kullanabilen insan ve maymun arasındaki tür diyelim buna. (Kimileri Australopithecus ve benzerlerini bir insan türü olarak kabul etmiyor.)
2 milyon yıl önce, sopa denen cansız organ sayesinde (cansız ama canlı gibi) ateşi bir organ olarak kullanabilen insan türü ortaya çıkıyor diyebiliriz. İnsan türü ateşi kullandıktan sonra Afrika’nın dışına çıkabilmiştir. Gürcistan’da Afrika dışındaki en eski kemikler bulunmuştur ve 1,8 milyon yıllık olduğu tahmin edilmektedir. (Ateşin 1,3 milyon yıl önce kullanıldığı aşağı yukarı belgelenmiş durumda. Bu nedenle biz ateşin kullanımına yuvarlak hesap 2 milyon diyoruz.). Bu aşamanın insan türüne de yine en bilinen ve meşhur örneğinin adıyla Homo Erectus diyoruz.
300.000 yıldır Homo Sapiens ve Homo Neandertalis’in de ortaya çıktığını, bunlardan Neandertal’in Avrupa’da ve nispeten daha soğuk iklimde evrimleştiğini, Sapiens’in ise Doğu veya Güney Afrika’da Homo Erectus’tan evrimleştiğini bugünkü verilere göre kabul ediyoruz. Elbette Asya’da da Denisova, ve güney doğu Asya’da Homo Soloensis ve Homo Floresiensis gibi başka insan türleri de var ve bunlar da yirmi otuz bin yıl öncesine kadar Neandertaller gibi yaşıyorlardı.
70.000 yıldan beri aletler çok hızlı gelişmiştir. “süs”, “sanat” vs. görülmeye başlanmıştır. (Bu noktada ne olduğunu aşağıda ele alacağız. Harari bina “Bilişsel devrim” diyor)
10.000 yıl önce ilk kez verimli hilalde bitki ve hayvanlar ehlileştirilmiştir. (Neolitik devrim) (Harari 12 bin yıl önce oldu diyor ve “tarım devrimi” adı veriyor. Yıllar önemli değil.)
5.000 yıl önce Mezopotamya ve Nil boylarında ilk kez uygarlığa geçilmiştir. (Harari bunu “Bilimsel Devrim” olarak tanımlıyor.)
Bizim bu kronolojimizle Harari’nin kronolojisi ana hatlarıyla birbirine benziyor denebilir. Elbet bazı farklar var ve bunlar sanki adlandırma farkları gibi görünüyor ve bir çoklarınca da öyle değerlendirilebilir. Ama bu tarz değerlendirmeler yanlıştır ve neden yanlış olduğuna aşağıdaki bölümlerde geleceğiz)

Yukarıda sıralanan kronoloji konu üzerinde yoğunlaşmamışlar için hiçbir şey ifade etmeyebilir. Ancak bu tablo bazı bilgilerle beraber birtakım soruları ortaya çıkarır ki binların iç tutarlılığı olan bir kavram sistemi ve teoriyle açıklanması gerekir. Bilim de özünde bu ür teorilerdir.
Önce ortaya çıkan en temel soruları göstermeyi deneyelim.

  1. 3,5 milyon yıldan beri taştan yapılma “el baltası” denilen “alet” var. (Muhtemelen sopa da var ama odundan olduğu için kalabilmiş değil, el baltasına tırnak içinde “alet” diyoruz. Çünkü bunun ne olduğunun doğru olarak tanımlanması hayati önemdedir bu sürecin anlaşılması için ve birçok sorunu çözmektedir.) Bu “alet” son 70.000 yıl öncesine kadar can sıkıcı denecek kadar yavaş değişmiştir. 70.000 yıl öncesinden beri adeta her şey patlarcasına değişmeye başlar. Neden böyledir? Neden taş baltalar milyonlarca yıl boyunca neredeyse hiç denecek kadar yavaş değişmiştir, neden 70.000 yıldan beri tüm aletler hızla değişmiştir? En önemli sorulardan biri budur. Çünkü aynı dönemde, insan türünün beyni bu dönemde neredeyse beynin hacmi neredeyse ikiye katlanmıştır. 600 gramdan, 1200-1400 grama çıkmıştır. Ve bizimle tamamen aynı olan aynı beyin büyüklüğünde Homo Sapiens ve bizden daha büyük beyinli Neandertal neden aşağı yukarı 200.000 yıl boyunca aynı taş baltayı hiç değiştirmeden kullandılar. Bizden hiçbir biyolojik farkları olmamasına rağmen 70.000 yıl önce ne oldu da bu alet değişmeye başladı?
    Harari, bu soruları böyle açıkça sormuyor? Ancak şu satırlar aslında soracak durumda olduğunu gösteriyor:
    “Bununla birlikte, Homo sapiens 70 bin yıl önceden başlayarak çok özel birtakım işler yapmaya başladı. Bu tarihte Sapiens kabileleri Afrika'dan ikinci kez çıktılar ve bu sefer Neandertalleri ve diğer türleri sadece Ortadoğu'dan değil, tüm yeryüzünden sildiler. Kayda değer kadar kısa sürede, Sapiens Avrupa ve Doğu Asya'ya ulaştı. Yaklaşık 45 bin yıl önceyse bir şekilde açık denizi geçerek o tarihe kadar insanlar tarafından ulaşılmamış olan Avustralya'ya vardılar. 70 bin yıldan 30 bin yıl öncesine kadar geçen sürede botlar, yağ lambaları, ok ve yaylar, iğneler (sıcak tutan elbiselerin dikimi için çok önemlidir) gibi aletlerin icadı gerçekleşti. Sanat olarak kabul edilebilecek ilk mücevherler ve dinlerin oluşumunu gösteren ilk buluntularla, ticaret ve toplumsal katmanlar da yine bu dönemde ortaya çıkmıştı.”
    Yani Harari de olgusal olarak 70,000 yıl öncesinden beri her şeyin çok hızlı değişmeye başladığı olgusunu biliyor ve kabul ediyor. Ama öncesinde neden neredeyse bir durgunluk olduğu sorusunu sormuyor? (Bu soruyu Jarred Diamond soruyordu örneğin.)
  2. İnsan beyni vücut ağırlığının yüzde ikisini oluşturur. Beyin enerjinin yüzde yirmisini harcar. (Harari yüzde yirmi beş diyor. Önemli değil.) Bu nasıl mümkün olmuştur?
    Biz bunu Ateş denen organla açıklıyoruz.
    Harari de benzeri bir açıklamayı kabul eder görünüyor ama açıklaması iç tutarsızlıklarla dolu. Tutarsızlıkları görmeden önce Onun sözlerine bakalım:
    “Ama ateşin en önemli katkısı pişirmekti. İnsanların normalde sindiremedikleri —buğday, pirinç ve patates gibi— yiyecekler, pişirebilme becerisi sayesinde şu anda beslenmemizin temelini oluşturuyor. Ateş besinlerin kimyasını değiştirmekle kalmadı, onların biyolojisini de değiştirdi. Pişirmek gıdalarda bulunan parazit ve mikropları yok ettiği gibi, insanların eskiden beri çok sevdikleri meyve, kabuklu yemiş, böcek ve leşler pişirildiklerinde daha rahat çiğnenip sindirilebiliyordu. Şempanzeler günde beş saatlerini çiğ besinleri çiğnemeye harcarken, insanların pişmiş besinleri yemeleri için bir saat yeterli oluyordu.
    Yemek pişirmenin icadı insanların daha çeşitli besinler yiyebilmesini, yeme işlemini daha kısa sürede yapabilmesini, ayrıca daha kısa bağırsak ve daha küçük dişlerle idare edebilmesini sağladı. Bazı araştırmacılar yemek pişirmenin icadıyla insanların sindirim sisteminin kısalması ve beyinlerinin büyümesi arasında doğrudan bir bağlantı bulunduğuna inanıyorlar. Uzun bağırsaklar ve büyük beyinler çok ciddi enerji tükettiklerinden, ikisine birden aynı anda sahip olmak çok zordur. Yiyecekleri pişirme, bağırsakları kısaltıp enerji tüketimini azaltarak, Neandertallerin ve Sapiens'in devasa beyinlerinin önünü açtı.”
  3. Son yirmi otuz bin yıl öncesine kadar yeryüzünde birçok insan türü bir arada bulunuyordu, ne oldu da bugün yeryüzünde bir tek türden oluşan tek canlı türü olarak Homo Sapiens var? İnsan türlerine ne oldu? Bonobolar, şempanzeler, goriller, orangutanlar yaşadı da onlar niye yaşayamadılar?
    Harari bu sorunun da farkındadır. Ama soruyu bu şekilde sormamaktadır. Cevabı ise zaten 70.000 yıl önce olduğunu söylediği “bilişsel devrim”dir. Ama “bilişsel devrim” ile yok olma arasında ne gibi bir neden sonuç ilişkisi vardır? “Bilişsel devrim” hangi iç mantıkla, neen sonuç ilişkisiyle diğer insan türlerinin yok olmasına yol açmıştır da diğer maymun türlerinin yok oluşuna yol açmamıştır? “bilişsel devrim” niçin Homo Sapiens’i bir “soykırımcı” haline dönüştürmüştür?
    “Sapiens'in suçu mudur bilinmez, ama gittikleri her yerde yerli nüfus tükendi. Homo soloensis'in son kalıntıları günümüzden 50 bin yıl önceye tarihlenmektedir. Homo denisova da bundan kısa süre sonra yok oldu. Neandertaller ise yaklaşık 30 bin yıl önce yok oldular. Flores Adası'ndaki son cüce insanlar da 12 bin yıl önce yok oldular; geride kemikler, taştan aletler, DNA'mızdaki bazı genler ve pek çok cevaplanmamış soru ve son insan türü olan Homo sapiens'i bırakmış oldular.
    Sapiens'in başarısının sırrı neydi? Birbirinden çok uzak ve ekolojik olarak çok farklı yerlere bu kadar hızla yerleşmeyi nasıl başardı? Diğer insan türlerinin hepsini nasıl yok oluşa itti? Neden güçlü kuvvetli, beyni gelişmiş ve soğuğa dayanıklı Neandertaller bile bizim katliamımızdan kaçamadılar? Bu konudaki tartışmalar sürüyor. En muhtemel cevap, zaten tartışmanın da hâlâ sürmesini sağlayan şey. Homo sapiens dünyayı, her şeyden önce kendine özgü dili sayesinde fethetti.”
  4. Ama sadece diğer Homo (İnsan) türleri yok olmadı. Harari’nin hiç sözünü etmediği ve girmediği bir başka olgu daha var. Bugün mitokondriyal analizle kanıtlanmıştır ki, yeryüzündeki insanların hepsi 70.000 yıl önce yaşamış birkaç yüz kişilik popülasyondan geliyorlar. Hatta fiktif bir mitokondriyel Havva anamız bile var. Hepimiz onun soyundan geliyoruz. Onun metokondrisinin DNA’ları hepimizde var. Homo Sapiens 300.000 yıldan beri var olduğuna ve çok önceden dünyaya yayıldığına göre, o dünyaya yayılmış diğer Homo Sapiens’lere ne oldu? Onların genleri niye bizlerde yok? Yani yok olan sadece diğer insan türleri değil, aynı türün, yani Homo Sapiensin, tüm diğer popülasyonları da yok olmuştur? Hiçbirimizde onların genleri yok.
    Harari’nin ne bu olguya değindiğini ne de böyle bir soru sorduğunu görmüyoruz. Literatüre böyle egemen olan yazarın bu olgudan hiç söz etmemesinin nedeni ne olabilir?
    Harari’nin sormadığı bu soruyu bütün ciddi antropologlar sormaktadır. Böyle bir tartışma olduğunu bilmemesi mümkün değilir. Ancak hiç sözünü etmemekte ve yok saymaktadır.
    Antropologların bir kısmı, yeryüzünde bugün yaşayan bütün insanların, 70.000 yıl önce yaşamış aynı ortak mitokondriyal Havva’nın çocukları olmasını, birkaç yüz kişilik bir popülasyondan gelmemizi, “şişe boğazı” (“dar boğaz” da denebilir) olgusuyla açıklamayı deniyorlar.
    Bu olgu şudur. Doğada bazı canlı türleri yok olmanın eşiğine gelebilir. (Veya bir adaya sadece bir çift başka canlı gelebilir ve onların bütün soyu onların çocukları olabilir. Örneğin kendi faunasında memeli hayvan bulunmayan Avustralya’ya dingo köpekleri böyle iki kez gelmiş) Ancak sonra kalan çok az sayıdaki bireyden sonraki bütün popülasyonlar üreyebilir. Bu durumda kalanlar genetik olarak birbirine çok yakın bireylerden oluşur. Örneğin dünyadaki Çitalar böyledir. Bugünkü bütün çitalar birbirine kardeş denebilecek kadar yakındır. Bir tarihte yok olmanın eşiğinden dönmüşlerdir ve bütün çitalar bu kalanların soyundan gelmektedirler. Bu olguya “şişe boğazı” ya da “dar boğaz” olgusu denmektedir.
    Peki bunun nedeni nedir?
    Bugün, bizim kabul etmediğimiz, yaygın olarak kabul edilen görüş şudur: 73.000 yıl önce Sumatra adasındaki Toba Volkanı patlamış, dünyanın iklimini ciddi şekilde etkilenmiş, ortalama sıcaklık 3,5 derece kadar düşmüştür. Bu da Homo Sapiens türünü neredeyse yok oluşun eşiğine getirmiştir. Ancak birkaç yüz kişilik çok küçük bir popülasyon her nasılsa yaşamını sürdürebilmiştir. Ve işte bu nedenle bizler o küçük popülasyondan geliyoruz. Diğer Sapienslerin hepsinin yok olmasının ve yeryüzündeki bütün insanların 70.000 yıl önce yaşamış birkaç yüz kişilik bir popülasyondan gelmelerinin nedeni budur.
    Bu açıklama, çözdüğünden daha büyük bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Eğer bu doğal felaket bütün diğer Homo Sapiens popülasyonlarını yok ettiyse, neden diğer insan türlerinin popülasyonlarını yok etmedi. Çünkü diğer türlerin yakın zamana kadar yaşadıklarını biliyoruz. Yani Sumatra’ya çok yakın yerlerde yaşayan Homo Florensis, Homo Solensis (Güneydoğu Asya), Denisova (Asya) ve Neandertal (Avrupa ve Ortadoğu) neden yok olmadılar da onlardan çok daha başarılı ve zeki homo Sapiensler yok oldular. Yanardağın yol açtığı iklim değişikliği ve çevre felaketinin Sapiensle a aynı nişi ve yerleri paylaşan diğer insan türlerini de yok etmesi gerekir. Ama bunların hepsinin daha sonraki tarihlerde bile yaşadığı kesindir ve belgelidir.
    Harari’nin aynı ortak mitokondriyal Havva’nın çocukları olduğumuzu görmezden gelmesi ve hiç söz etmemesi, toba açıklaması hakkında hiçbir şey söylememesi nedendir?
    Çünkü konunun yabancısı değildir ve “Yerine Geçme” ve “karışma” teorilerinden uzun uzun söz etmektedir farklı insan türleri bağlamında. Örneğin: “Pek çok tartışmanın dayanağı bu konudur. Evrim açısından bakarsak 70 bin yıl görece kısa bir zaman dilimidir. Eğer Yerine Geçme Teorisi doğruysa, yaşayan tüm insanlar aşağı yukarı aynı genetiğe sahiptir ve aralarındaki ırksal farklılıklar önemsiz kabul edilebilir. Ama eğer Karışım Teorisi doğruysa Afrikalılar, Avrupalılar ve Asyalılar arasında yüz binlerce yıl geriye giden genetik farklılıklar vardır.”

Ciddi bilimsel çaba bütün bu gibi sorunlarla hiç korkmadan yüzleşen ve bütün bu sorunları açıklayan bir teori sunar. Hem bir teorik açıklamayı içeren (“Bilişsel Devrim” Teorisi) popüler bilim kitabı yazmak, bilimsel kriterlere uymamanın aracı olamaz ya da olmamalıdır.
Bir kere, 70.000 yı öncesi çok kritik bir tarihtir. Ondan sonra sadece aletlerin ve araçların hızlı değişimi ve diğer türlerin yok olması görülmüyor. Aynı zamanda aynı türün de bütün popülasyonları yok oluyor. Toba volkanı açıklaması açıklama olmaktan çok uzak olduğuna göre bu birkaç yüz kişilik küçük popülasyon nasıl oldu da hem kendi türünün, hem diğer insan türlerinin bütün popülasyonlarını yok etti?
Bir kere
⦁ 70.000 yıldır aletlerin patlarcasına değişmesi ve gelişmesi,
⦁ 70.000 yıl önce yaşamış bir ortak atadan gelmemiz,
⦁ 70.000 öncesinden sonraki dönemde 40-50 bin yıl içinde neredeyse bütün insan türlerinin ve bütün diğer homo popülasyonlarının yok olması
arasında bir ilişki olması gerektiğini düşünmek gerekir. Ve teorik açıklama bunların hepsini tutarlı bir biçimde açıklamalıdır.
Harari, soruyu böyle sormuyor ama ilk ikisine “bilişsel devrim” cevabını veriyor. Üçüncü soruyu ve sorunu (dar boğaz, ve bütün diğer Homo Sapiens popülasyonlarının da yok olması) yok saydığını görmüştük.
Şimdi bu anahtar ve kitabın temel tezi olan “bilişsel devrim”in ne olduğuna ve kanıtlarına bakalım.
“Bilişsel Devrim, 70 ila 30 bin yıl önce ortaya çıkan yeni düşünce ve iletişim biçimleri anlamına gelir. Sebebi kesin olarak bilinmemekle birlikte, en çok kabul gören teoriye göre genetik mutasyonlar Sapiens'in beyin iç yapısını değiştirerek, daha önce mümkün olmayan şekillerde düşünmelerini ve tamamen yeni dillerle iletişim kurabilmelerini sağladı. Bilgi Ağacı mutasyonu adını verebileceğimiz bu mutasyon, neden Neandertal yerine Sapiens'in DNA'sında gerçekleşti? Bilebildiğimiz kadarıyla bunun sebebi tamamen tesadüf, önemli olansa Bilgi Ağacı mutasyonunun sebeplerinden ziyade sonuçlarını anlamak. Yeni Sapiens dilini, tüm dünyayı fethetmesini sağlayacak kadar güçlü kılan özellik neydi?”
“Bilişsel devrim”in karmaşık iş birliğine, mitlerin, tanrıların, dinlerin ortaya çıkmasına yol açtığını söylüyor:
“Modern Sapiens'in yaklaşık 70 bin yıl önce edindiği yeni dil becerisi, ona saatlerce dedikodu yapabilme şansı verdi; kime güvenilebileceğine dair bilgi, küçük grupların daha büyük gruplara dönüşmesine, dolayısıyla da Sapiens'in daha sıkı ve karmaşık iş birliği yöntemleri geliştirmesine yol açtı.”

“Efsaneler, mitler, tanrılar ve dinler ilk kez Bilişsel Devrim sayesinde ortaya çıktı. Daha önce pek çok hayvan ve insan türü "Dikkat et! Bir aslan!" diye uyarı gönderebiliyordu, ama Bilişsel Devrim sayesinde, Homo sapiens "aslan kabilemizin koruyucu ruhudur" deme becerisini kazandı. Kurgular hakkında konuşabilme becerisi, Sapiens dilinin en özgün yanıdır.”
O halde soru şudur: böylesine çok önemli sonuçlara yol açan ve Harari’nin kitabında anahtar rolü oynayan ve 70.000 yıl önce gerçekleşen “bilişsel devrim” neyin sonucu olarak ortaya çıkmış olabilir? Bu devrimin nedeni nedir?
Harari’nin bu soruya yukarıdaki alıntıda görülen cevabı: “beynin iç yapısını değiştiren bir mutasyon”dur.
Bu mutasyonun sağladığının “bir dil becerisi” olduğunu söylemektedir.

Özetle bir mutasyon oluyor, bu yeni bir dil becerisi sağlıyor ve bunun sonucunda da karmaşık iş birlikleri, mitler, tanrılar, dinler vs. ortaya çıkıyor.
Yani aslında biyolojik bir değişim bütün toplumsal değişimlerin ve olguların nedenidir.
Şunu aklımızda tutalım: harari’nin Bilişsel Devrim dediği şey özünde konuşma yetisiyle ilgili bir mutasyondur. “dil becerisi” sağladığını söylüyor.
Şimdi ortaya çıkan, bu açıklamanın nasıl çözülmez sorunlar ortaya çıkardığına bakalım.
Birincisi, böyle bir mutasyon olduğuna dair genlerde, ya da insan anatomisinde bir kanıt var mıdır?
Yoktur.
Bunu bizzat kendisi bile söylemektedir:
“150 bin yıl önce Doğu Afrika'ya yerleşen Homo sapiens'in sonradan dünyanın geri kalanına yayılıp, yaklaşık 70 bin yıl önce de diğer insan türlerini ortadan kaldırmaya başladığını gördük. Aradaki bin yıllar boyunca bu arkaik Sapiensler, aynen bizim gibi bir dış görünüşe ve gelişmiş bir beyne sahip olsalar da diğer insan türlerine karşı belirgin bir üstünlükleri yoktu. Ayrıca gelişmiş aletler yapmak gibi özel başarılar da gösterememişlerdi.”
Yani “Bilişsel Devrim”i yapan ve ondan sonraki Sapiensler ile öncekiler arasında hiçbir fizyolojik veya anatomik bir fark yok.
Bu olmayınca, dışardan görülmeyen “beynin iç yapısında” bir değişiklik olduğunu iddia ediyor:
“Bu başarısızlıklar sebebiyle, bilim insanları bu Sapienslerin beyinlerinin iç yapısının bizimkilerden farklı olduğunu öne sürerler. Bizim gibi görünüyorlardı, fakat bilişsel becerileri —öğrenme, hatırlama, iletişim kurma— bizden çok daha sınırlıydı. Bu eski Sapienslere, örneğin Türkçe öğretmek, İslamın temel öğretilerini anlatmak veya evrim teorisini açıklamak sonuçsuz çabalar olarak kalırdı. Aynı şekilde biz de onların dilini öğrenmekte ve düşünce biçimlerini anlamakta çok zorlanırdık.”
(Şimdi burada antı parantez Harari’nin ciddiyetsizliğine de dikkati çekelim. Böylesine “Bilişsel devrim” diye bir kavram ortaya atıyor, bununla neredeyse bütün tarihi ve açıklanması gereken en önemli sorunu açıkladığını iddia ediyor. Bu kavram özünde bir biyolojik değişikliği, bir mutasyonu tanımlıyor. Ama birinci ciddiyetsizlik, bu mutasyonun hiçbir belgesi kanıtı yok. Olsa olsa böyle olabilir diyerek, beynin içinde dışarıdan görülemeyecek bir değişiklik olduğunu iddia ediyor. Burada ikinci ciddiyetsizliğe geliyoruz. Bunu da kendi teorisi olarak değil, sanki bir takım bilim insanlarının ortaya attığı genel kabul gören bir teori gibiymişçesine sunuyor. Biz bunca yıldır bu literatürle haşır neşiriz, hiçbir bilim insanının böyle bir spekülasyon yaptığını, böyle bir teori ortaya attığını duymadık. Bu belli ki Harari’nin kendi “teori”si, ama nasıl olsa bu işleri bilmeyen genel okur için popüler bir kitap yazıyorum diye sanki çok bilinen bir teoriyi anlatıyor gibi “bilim insanları (…) öne sürerler” diye araya teorisine ağırlık kazandıracak sözler ekliyor. Birçok yerde kaynak gösteren ve akademik bir eğitimden geçmiş Harari nedense bu en kritik konuda hiçbir kaynak göstermez. Ciddi bilimciler nasıl olsa böyle popüler kitapları okumazlar ve yanlışları göstermekle uğraşmazlar, sıradan okurlar da nasıl olsa bu inceliklere kafa yormaz. Böyle bir nişte şark kurnazlığı pek ala yaşayacak bir alan bulur.)

Şimdi Harari’nin bu hiçbir kanıtı olmayan teorisinin neden geçersiz olduğunu yine biyolojiden örnekle kanıtlayalım.
70.000 yıl önce, “beynin iç yapısında” hiçbir değişme olmadığı gibi olmamıştır da.
Çünkü, sadece bunun bir kanıtı olmaması bir kanıt değildir. Bizzat evrimin ve beynin kendi yapısından gelir bu.
Beynin ve zekanın gelişmesi aslında mutasyonlarla oluşan anatomik veya fizyolojik değişmelerin yerini, esnek yeni bağlar oluşturma yeteneğinin almasından başka bir şey değildir. Yani beyin, programlanabilir bir gelişmiş bilgisayar gibidir. İnsan doğduğu andan itibaren beyinde hayat boyu oluşan sinirler arasındaki bağlar insan denen canlı türüne büyük bir esneklik ve işbirliği yeteneği kazandırır. Düşünelim ki, balinalar, yunuslar, maymunlar bile karmaşık haberleşme ve dil sistemlerine, hatta bunların farklı lehçelerine sahiptirler. Kaldı ki insan türü en azından iki milyon yıldır kendisini iyice organize bir sürü halinde yaşamaya, karmaşık haberleşme sistemleri ve dil geliştirmeye zorlayan, aynı zamanda bunu mümkün kılan ateş nedeniyle (Adeta bir canlı gibi olan bakılmadığı takdirde ölen, kontrol edilmediği takdirde öldüren Ateşi, korumak ve ondan korunmak için, insan yavrusunun beyni büyüdüğü, dolasıyla erken doğduğu için bakımı nedeniyle vs. bir seleksiyon baskısı altında olduğu için) zaten çok gelişmiş bir dile sahipti. Bir mutasyonla, doğuştan gelen bağlantılar, yani beynin iç yapısında birtakım bağlantılarla doğmak, tekrar bir geri gidiş, esnekliği yitirme anlamına gelir. Bir üstünlük değil, bir gerilemeye yol açardı. Doğuştan gelen bağlantılar içgüdüler yaratırlar, öğrenilmezler, doğarken programlanmışsınızdır, bu tür mutasyonlar öğrenilebilir değildirler. Halbuki, öğrenilebilme yeteneğidir insan türünün üstün yanı. Bu da zaten iki milyon yol boyunca ateş aracılığıyla sağlanmıştır. Öğrenmek ve bilgi aktarmak ise, karmaşık sosyal ilişkiler ise her şeyden önce dil demektir. O halde dilin, sadece bizde değil, muhtemelen bütün diğer insan türlerinde de aynen bizimki gibi geliştiğin kabul etmek gerekir. Elbette bu dillerin kelime haznesi sınırlı olabilir ama bu dilin yapısıyla ilgili değildir. İlişkiler ve onların karmaşıklık derecesiyle ilgilidir. Zaten insanın vücut diye, yüz dili, mimikleri, bakışları da aynen dil gibidir ve onunla beraber gelişmiştir. Dil bir bakıma beyin gibidir. Dilin hangi dil olduğu fark etmez. Yeryüzündeki bütün diller kelime hazneleri ne kadar dar olursa olsun, yapısal olarak en gelişmiş dillerin ifade edebileceği her şeyi ifade edebilme potansiyeline sahiptir. Beyin de bezer durumdadır. Beyindeki nöronlar milyarlarca bağlantı oluşturma yeteneğindedir zaten. İki milyon yıl boyunca ateşin yol açtığı seleksiyon baskısı bunu sağlamıştır. Herkes Einstein olabilir. Olamamasının nedenleri biyolojik değil, toplumsaldır, kültüreldir. En azından Homo Sapiens ve Neandertal’in bu durumda olduğunu kabul edebiliriz. Onların mitlerinin, tanrılarının olmaması onların beynin dolayısıyla dillerinin yetersizliğinin değil, ilişkilerin o noktada olmamasının sonucudur.
Öte yandan “kurt çocuklar”, yani hayvanlar tarafından yetiştirilmiş ve sonra bulunmuş insan yavruları hakkındaki bilgiler, Harari’nin teorisine göre bu mutasyona uğramış genlere sahip olmalarına rağmen, nedense hiçbir şekilde bu mutasyonu bu “bilişsel devrim”in sonuçlarını kullandıkları görülmemiştir.
Eğer “öğrenmedikleri için” kullanmamışlardır deniyorsa, bu ortada bir mutasyon olmadığını öğrenilen, kültürel bir şey olduğunu gösterir.
Yok eğer öğrenilmeyen bir değişiklik, biyolojik bir özellik ise, o zaman bu koşullardan bağımsız olarak “bilişsel devrim”in sonuçlarının bu “kurt çocuklar”da da görülmesi gerekir.
Biyolojik değişiklikler, içinde yaşanan koşullardan bağımsız olarak kendilerini bir şekilde gösterirler. Bu beynin derinlerinde bir şeyse, kimi genlerle belirlenmiş beyin hastalıklarında olduğu gibi, bunun bir şekilde kendini göstermesi gerekir.
Harari’nin teorisi aslında üzerinde durmaya bile değmeyecek bir teoridir. Ancak gücü yaygınlığından gelmektedir.
Tanrıların, dinlerin, mitlerin varlığını “bilişsel devrim”le, “bilişsel devrim”i de hiçbir kanıtı bulunmayan bir mutasyonla açıklamak aslında bir “tanrı geni”, “din geni” ortaya çıktığını söylemek anlamına gelir.
Bunun Harari tarafından böyle açıkça söylenmemiş olması sonucun buraya gittiği gerçeğini değiştirmez.
(Bu serideki daha önceki yazılarımızda, Kıvılcımlı’nın da “dinin temeli insan beyninin derinliklerindedir” sözünün buralara kadar gittiğine zaten değinmiştik.)
Harari’nin temel metodolojik yanlışı, sosyolojik olguları (tanrılar, mitler, dinler) biyolojik bir mutasyonla açıklamaya kalmasıdır.
Bu toplumsal olayları insanların bencillikleriyle, zengin olma hırslarıyla, daha da geniş olarak, tarih ve toplum üstü ve dışı bir “insan özü”yle açıklamanın bilim postu giymiş yeni bir versiyonudur.
Bu metodolojik yanlışlık tarihin her döneminde gerici ve karşı devrimci sonuçlar ortaya çıkarmıştır ve çıkarır.
Ama bunun ardında da daha da temel bir yanlış vardır. Toplum’un ne olduğunu, ne zaman doğduğunu, kültürden farklı bir varlık ve hareket biçimi olduğunu bilmemek ve görmemek. Toplumsal değişmeleri kültürel değişmelerin bir biçimi olarak görmek. Toplumsal değişmeleri son duruşmada insanların organlarının değişmeleri olarak almak. Çünkü kültür de tıpkı el baltası gibi, ateş gibi, sürü olmak gibi, konuşmak gibi biyolojik bir kategoridir ve bir organdır. Kültür, doğuştan gelmeyendir, önceki kuşaklardan veya kendi denemesiyle öğrenilebilendir. Bu da zaten beynin esas özelliğidir.

Aslında bütün bu çelişki ve anlaşılmaz gibi görünen fenomenleri açıklayan bizim teorimiz var.
Bizim teorimiz önce kavramları biyolojik ve sosyolojik kavramlar olarak ayırıyor.
Çünkü biz, evrendeki var oluş ve hareket biçimlerini öncelikle birbirinden ayırıyoruz.
Evrende üç temel varoluş ve hareket biçimi vardır: fiziksel, biyolojik ve toplumsal. Bunların her birinin yasaları tamamen birbirinden farklıdır.
(Jeolojik gibi fiziksel ve biyolojik arasında, psikolojik gibi toplumsal ve biyolojik arasında geçişlere denk düşen hareket biçimleri de vardır. Ya da ekonomi politik, mantık, estetik gibi toplumsalın üzerinde kendi özgül yasaları olan hareket biçimleri de vardır. Ama bunları şimdilik konumuzla doğrudan ilgileri olmadığından basitleştirmek üzere geçiyoruz.)
Biz bunların her birinin kendine özgü yasaları olduğunu, bunları kendi kavram ve kategorileriyle ele almak gerektiğini söylüyoruz. Bunun için de bir olgunun fiziksel mi, biyolojik mi toplumsal mı olduğunu doğru tespit etmek ve o olguyu o hareket ve varoluş biçiminin kavram ve kategoriyleriyle ele alıp açıklamak gerekir.
Fiziksel var oluş ve hareket biçiminin bugünkü kabullere ve verilere göre 13,7 milyar yıl önce ortaya çıktığını, yeryüzünde biyolojik varoluş ve hareket biçiminin yuvarlak hesap dört milyar yıl önce ortaya çıktığını, toplumsal varoluş ve hareket biçiminin de 70,000 yıl önce ortaya çıktığını söylüyoruz.
Yani bu durumda bizim teorimize göre, 70.000 yıl önce olan şey, beyninin derinliklerinde bir mutasyon değil, insan sürüsün ilişkilerinde bir sıçrama ve yepyeni bir hareket ve varoluş biçiminin ortaya çıkmasıdır.
Bu Toplumun ortaya çıkışı ve ne olduğuna ilişkin teori, sadece o tarihin derinliklerinin sorunlarını değil, bugünün yaşadığımız toplumun bütün sorunlarını da bir çırpıda çözen bir temel önermedir.
Bu yaklaşımın buraya kadar ele aldığımız döneme ilişkin sorunları asıl çözdüğünü görelim.
Örneğin 70.000 yıl öncesine kadar “taş balta” denen aletin neden neredeyse hiç değişmeden kalması nasıl açıklanabilir?
Öncelikle el baltası ve sopanın hangi türden, hangi kategoriden şeyler olduğuna bakalım.
El baltası ve sopa birer “üretim aracı”, birer “alet” değildir. Çünkü henüz toplum yoktur. Nesneler ancak bir toplumsal ilişki olarak toplumsal kategorilerle tanımlanabilirler. Taş kendi başına taştır. O ancak bir toplum ortaya çıkıp, bir üretimde kullanıldığında bir alet olabilir, onu kullanmak emek harcamak olabilir. Toplum yoksa, nesneleri değiştirmek veya tüketmek biyolojik süreçlerdir. Arılar üretim yapmazlar. Arıların balını çalan ayılar da üretim yapmazlar, çünkü üretim sosyolojik bir kategoridir. Bu nedenle arıların “ürettiği” balı çalan veya alan köylü üretim yapar.
Toplum yoksa ve bir canlı, örneğin homo sapiens ya da Erectus, el baltasını kullanıyorsa yaşayabilmek için, el baltası bir alet değil, bir organdır. Yani toplumsal değil, biyolojik bir kategorilerle ele alınması gereken bir nesnedir.
El baltaları, milyonlarca yıl boyunca, “üretim aracı” veya “alet” olsalar, biyolojik değil, toplumsal değişimlere yol açmaları gerekirdi.
Çünkü toplum, üretim araçlarını, aletlerini, diğer bir deyişle üretici güçlerini değiştirerek, kendi örgütlenmesini değiştiren bir var oluş ve hareket biçimidir. Araçlar, aletler değiştiğinde biyolojik değil, sosyolojik değişiklikler olur.
Organlar değiştiğinde biyolojik değişiklikler olur.
El baltası da bir organdır çünkü biyolojik değişikliklere yol açmıştır.
Kimi cansız nesneleri bir organ olarak, yani organizmanın var oluş ve kedini sürdürmesinin bir aracı olarak kullanmak sadece insan türüne özgü de değildir.
Örneğin, bazı kuşların yavruları için yuva yapması cansız nesneleri bir organ gibi (örneğin kangurunun kesesi gibi) kullanmasından başka bir şey değildir. Kuş yuvaları cansız organlardır.
Ahtapotların kovukları, küpleri, konserve kutularını bir sığınak ve yuva olarak kullanması cansız bir nesneyi tıpkı kaplumbağanın kabuğu gibi, bir organ olarak kullanmasıdır.
Ayrıca nesneleri olduğu gibi almak ve kullanmaktan öte, ona şekil vererek veya kimyasal olarak değiştirerek onu kullanmak da görülür doğada. Örneğin karınca yuvaları, arı petekleri hep birer organdırlar, cansız organlardır.
Organların ille maddi olması de gerekmez, sürüler de bir organdırlar
İnsan türünün de bir taşın bir tarafını kırarak el baltası yapması veya bir dalı kırarak sopayı bir korunma ve yiyecek temini aracı olarak kullanması cansız bir nesneyi değiştirerek bir organ olarak kullanmaktan başka bir şey değildir.
Biyolojik ve toplumsal varoluş ve hareketin bu tamamen farklı mahiyetinin görülmemesi ve kabul edilmemesi, Harari’de (ve bütün sosyoloji ve antropolojilerde) el baltasını bir araç olarak tanımlama ve görmeye yol açıyor. Örneğin:
“Alet üretimine ilişkin ilk kanıtlar 2,5 milyon yıl öncesine aittir ve alet üretimi ve kullanımı, arkeologların eski insanların varlığını tanımalarındaki temel ölçüleridir.”
“İlk taş aletlerin en önemli kullanım alanlarından biri kemikleri kırarak kemik iliğini almaktı.”
Doğru ifade ise şöyle olabilirdi ve olmalıdır: “(taş bata ve sopaları) cansız organlar, organizmanın işlevsel bir uzantısı olarak kullanmaya dair ilk veriler 2,5 milyon yıl öncesine aittir.”
Bu basit bir adlandırma sorunu değildir. Biyolojik bir süreç mi, biyolojik kavram ve kategorilerle ele alınması gereken bir süreç mi, sosyolojik bir süreç mi, sosyolojik kategorilerle ele alınması gereken bir süreç mi karşı karşıya olduğumuz sorunudur.
Ve bu basit bir adlandırma sorunu gibi görülen olgunun hangi bilimin kavramlarıyla ele alınacağı sorunu, bizim kolayca 2,5 miyon yıl boyunca son 70.000 yıl öncesine kadar, el baltasının neden neredeyse hiç gelişmemiş denecek kadar can sıkıcı biçimde değiştiğini de açıklamamızı da sağlar.
Taş el baltası bir organ olduğu için, kullanımı toplumsal değil biyolojik değişimlerin ritmine bağlı olduğu içindir. Biyolojide değişimler yüz binlerce milyonlarca yılda olur. Taş balta bir yandan insan türlerini değiştirmiş, örneğin elin yapısını kendisini daha iyi kavrayacak ve kullanacak şekilde değiştirmiş, ve bu değişimin sonucu kendi de biçiminde bu biyolojik değişime bağlı değişimler geçirmiştir.
Yani el baltası, elin değişimine, biyolojik değişimlere bağlı olduğu için, bir organ olduğu için, biyolojik kategorilerle ele alınması gereken bir nesne olduğu için en az iki milyon yıl boyunca neredeyse hiç değişmemiştir.
(Bu vesileyle, eğer yazıyı okuyacak bir antropolog ve bilgisayar programcısı varsa onlara bir ipucu da verebiliriz. El baltası bir organ olduğundan biyolojik değişikliklere yol açmıştır. Ama bu biyolojik değişiklikler de örneğin baş parmağın değişimi vs. el baltasının biçiminde elin yeni biçimi tarafından daha kullanılmaya uygun kılan değişikliklere yol açmış olmalıdır. Bu bağıntıdan hareketle, belli insan türleri ve onlarla birlikte bulunan el baltalarının bu ilişkisinden hareketle modellemeler yapılıp, bulunan el baltalarının hangi elin, dolayısıyla insan türünün yapısına daha uygun olduğu anlaşılabilir. Tabii bütün organlar da birbirine bağlı olduğundan öyle eli olan insan türünün diğer özellikleri de aşağı yukarı çıkarılabilir. Ve bunlar visüel hale getirilebilir. Böylece bulunan taş el baltalarını kullanan insan türlerinin nasıl şeyler olduğu aşağı yukarı yeniden vizüel olarak canlandırılabilir. Hatta bu iş derin öğrenme, örüntü tanıma ile yapay zekalara bırakılabilir ve bu işi bugün onlar otomatik olarak yapabilir. Sadece yapılması gereken bütün müzelerdeki taşların ve insan türlerinin modellerinin dijitalize edilmesidir.)
Cansız nesneleri gerek olduğu gibi, gerek değiştirerek kullanmanın insan türünün ayırıcı bir özelliği olmadığını, canlılarda sık görülen bir olgu olduğunu belirtmiştik.
Ama insan türünü eşsiz yapan, el baltası ve sopa gibi cansız organlar aracılığıyla ateşi de bir organ olarak kullanmasıdır. Ateş’in bir organ olarak kullanılması insan türünün başlaması olarak kabul edilebilir.
Ateş canlı gibi bir organdır, bakılmazsa ölür (söner) veya öldürür (yangın çıkarabilir). Ve öyle bir canlı ve cansız bir organdır ki, dier bütün organları diğer hiçbir canlıda olmadığı biçimde değiştirir. Böylece insan türünü ortaya çıkarır.
Birincisi, koruma sağlar. Dokunulmazlık sağlar.
İkincisi tüm iklimlerde, dolayısıyla tropik Afrika dışında yaşama olanağı sağlar.
Üçüncüsü, yiyeceklerin hazmını kolaylaştırarak, enerjisini yükselterek, yiyecek paketini genişleterek, sterilize ederek hem yeni enerji kaynakları hem de bu enerjiyi daha efektif olarak kullanma dolayısıyla hazım organlarını küçültme ve beyni büyütme olanağı sağlar.
Hem ateşin kontrol edilmesinin iş birliğini gerektirmesi ve bunun da beynin büyümesine yol açması, hem de bu büyümenin erken doğuma (normalde insanın 18 aylık doğması gerekirdi havsaladan geçmek için erken doğum gelişmiştir) bu da yine sürü içinde ilişkilerin gelişmesine ve iş birliğine zorlaması gibi nedenlerle, iş birliğini, dolayısıyla komünikasyonu ve haberleşmeyi zorlayan bir seleksiyon baskısı yaratır. Yani dilen gelişmesi için hem enerji sağlayarak, hem de iş birliği, haberleşme zorunluluklarını artırarak bir seleksiyon baskısı yaratır. Yani insan olma sürecinde hızlı bir evrimi tetikler.
Tabii bütün bunların sonucu olarak, dilin, öğrenme ve öğretmenin, dolasıyla kültür denen, yani genlerle değil, öğrenerek aktarılan ve edinilen bir organın, (bu da manevi bir organdır tıpkı dil gibi) da iyice gelişimin sağlar.
Kültürün değişimi bir organın değişimidir. Dilin değişimi ve gelişimi bir organın değişimidir. Bunlar özünde biyolojik süreçlerdir.
O halde, el baltası, sopa, ateş, kültür, dil, sürü kavramlarını ele alırsak, bunların hepsi maddi veya manevi organlardır.
Yani el baltası, ateş ve sopa üretim araçları, aletler değildir; sürü, iş birliği, dil ve kültür de sosyoloik olarak bugün kullandığımız anlamda toplumun üstyapısına ilişkin olgular değildir. Bunların hepsi biyolojik kategorilerdir özetle organlardır. Bir canlı türünün yapısını ve özelliklerini tanımlarlar bir toplumun yapısını ve özelliklerini değil.
Bütün bunlar bir arada ve biyolojik organizmasıya karşılıklı etki tepki ilişkileri içinde Homo Sapiens ve Neandertal türünü birbirinden bağımsızca rtaya çıkarmışlardır. Bu canlı türleri bu gelişmenin tepe noktasıydı.
Ortaya çıkanlar biyolojik olarak bizimle hiçbir farkı olmayan canlılardı. Yavruyken alınıp bizim toplumumuzda büyüseler bizlerden hiçbir farkı olmazdı. Hatta Neandertallerin daha zeki olması olasılığı da büyüktür. Soğuk bir iklimde evrim onları daha zeki olmaya zorlamış da olabilir.
Ancak iş birliğinin, dilen, kültürün varlığı toplumun ortaya çıktığı anlamına gelmez.
Pek ala biyolojik olarak bizden hiç farkı olmayan, gelişmiş bir dili, kültürü ve karmaşık sosyal ilişkileri olan ama buna rağmen henüz sürü halinde yaşayan, topluma geçememiş Homo Spiens’ler olabilir. Zaten 70.000 yıl öncesine kadar tam da böyle olmuştu.
Toplumun ortaya çıkışı, tıpkı karmaşık moleküllerin, kristallerin epey organize olmalarına rağmen henüz canlı olmamaları gibi, ancak kendini üreten moleküller ortaya çıktığında bir nitelik değişimi, yepyeni bir hareket biçiminin ortaya çıkması gibi, bir nitelik değişimidir.
Toplum ortaya çıktığında artık biyolojik kategorilerle ele alınamayacak ve açıklanamayacak bambaşka bir hareket biçimi ortaya çıkar.
Bu nedenle, Toplumun yasalarını anlamak için biyolojinin kategorilerini ve yasalarını bilmek gerekmez. Biyoloji yasalarını anlamak için fiziğin kategorilerini bilmek gerekmez.
Yani atomlar, moleküller vs. bilinmeden de pek ala canlıların evrimi açıklayan yasalar formüle edilebilir ve edilmiştir de. Darwin veya Mendel, biyolojik evrime ilişkin yasaları formüle ettiklerinde atomlardan ve moleküllerden bihaberdiler buna rağmen bu yasaları bulabiliyorlardı.
Toplum da öyledir, biyolojik yasalar bilinmeden, sosyolojinin yasaları formüle edilebilir ve de edilmiştir de. Marks ve Engels, onlardan önce İbni Haldun, toplumun yasalarını formüle ettiklerinde Darwin’in sonradan bulacağı yasalardan bihaberdiler.
Biyoloji nasıl atom ve molekül gibi kavramlara gerek duymaz ise, toplum da insan kavramına gerek duymaz. Toplumun tarihini insan türünün tarihi olarak anlatmanın kendisi (Harari’nin yaptığı), toplumun tarihini biyolojik yasalara indirgemek anlamına gelir.
Bütün burjuva sosyolojilerinin, antropolojilerin vs. yaptığı temel hata budur. Bütün tarihi, toplumun tarihini, yani toplumsal varoluş ve hareketi, insan türünün değişimi ve tarihi olarak ele alırlar.
İnsan biyolojik bir kategoridir. İnsan kategorisiyle toplumun tarihi açıklanamaz. Türlerin ortaya çıkıyı moleküllerin hareketleriyle açıklanamaz.
(Sosyolojik bir kategori olarak insan başkadır, biyolojik bir kategori olarak insan başkadır. Sosyolojik bir kategori olarak insan, ulusal olanla politik olanın çakışmasını reddedendir. Bu anlamda dünyada insan yoktur henüz. Türkler, Araplar., Kürtler vardır. Bir Türk, bir Arap, bir Kürt biyolojik bir kategori olarak elbette insan türündendirler, ama sosyolojik olarak hem Türk ve anı zamanda hem de İnsan olunamaz. Hem ulusal olanın, yani politik olanın Türklükle tanımlanmasını savunmak, hem de politik olanın ulusal olanla çakışmasını reddetmek mümkün değildir.)
Toplum da bir canlı türüdür, tıpkı canlının da bir karmaşık molekül olması gibi.
Ama toplum artık, organlarını değiştirerek biyolojisini değil, aletlerini, araçlarını değiştirerek toplumsal örgütlenmesini değiştiren bir canlı türüdür.
Dolayısıyla bir toplumu oluşturan insanlar artık bağımsız bir canlı türü değildirler. Ve tam da bu nedenle artık birer canlı olarak evrimleri bile biyolojik değil, toplumsal süreçlere tabi olarak işlerler. Bu anlamda, toplum denen canlı türü ortaya çıktıktan sonra onu oluşturan insanlar artık kelimenin gerçek anlamıyla insan türüne dahil değildirler. Çünkü toplumun kendisi bir tek canlı gibidir. Ama artık biyolojik yasalara göre değişmeyen, biyolojik kategorilerle açıklanamayacak ve anlaşılamayacak bir canlı.
Toplum ortaya çıktığı anda, organlar birer üretim aracına dönüşürler.
Toplum ortaya çıktığı anda, el baltası Homo Ssapiens’in bir cansız organı olmaktan çıkar toplumun bir üretim aracı olur.
Toplum ortaya çıktığı anda, dil ve kültür (öğrenme yeteneği) sürünün bir manevi aracı olmaktan çıkar, toplumun ilişkilerinin (üstyapı) bir biçimi ve aracı haline dönüşür. Artık dil ve kültür, üretim araçlarındaki gelişime bağlı olarak değişmeye ve kendi değişimleriyle üretim araçlarının değişimini etkilemeye başlarlar.
İşte 70.000 yıl önce olan tam da Toplum denen bu yeni hareket bve varoluş biçiminin, veya toplum denen yeni bir canlı türünün ortaya çıkışıdır. Bu beyinde bir mutasyon değil, sürünün ilişkilerinde bir nitelik değişimi idi.
70.000 yıl önce olan, ne Toba volkanının patlaması, ne de beynin içindeki bir mutasyondu. 70.000 yıl önce ilk kez, tam olarak nasıl olduğunu bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz tarzda yeni bir canlı türü ortaya çıkmıştır: Toplum
Bu canlı türünü, toplumu sürüden ayıran, parçanın bütüne tabi olduğu, sınırları ve ilişkileri tanımlanmış bir organizma olmasıydı. İşin sırrı sürü ile toplum arasındaki temel farktadır.
Sürü ile toplum arasında çok temel bir fak vardır. Sürüde hiçbir zaman parça bütüne tabi değildir. Kendini bütün için feda etme, canlılar aleminde elbet bir çok kez bulunmuştur. Bütün çok hücreli canlılar böyledir. Karıncalar, termitler, arılar böyledir ama bütün bunlarda bütün aslında yeni bir organizmadır. Parça o organizmanın bir organıdır. Kendisi onun dışında ve ondan bağımsızca var olamaz ve üreyemez. Bu tür bir parçanın bütüne tabi oluşu ise, biyolojik bir işbölümünün iyice derinleşmesiyle ortaya çıkar. İşbölümünü yapan sürü üyeleri zamanla yeni bir canlının organlarına dönüşürler.
Memelilerde ve kuşlarda yavruların korunması için annelerin kendini fedası vardır ama bu da türün devamını sağlayan biyolojik ve içgüdüsel bir özelliktir.
Toplumu bir sürüden ayıran en esaslı fark, hiçbir biyolojik işbölümü zorlaması dolayısıyla organa dönüşme olmadan, parçanın bütüne tabi olduğu bir birlik olmasıdır.
Bu ise ne biyolojik bir seleksiyon baskısının, ne işbölümünün baskısının olmadığı durumda nasıl olabilir?
Bunun olasının tek yolu yasak ve yaptırımdır.
Çünkü her canlı, önce kendi varlığını savunma iç güdüsüyle doludur. Bunun baskı altına alınıp, bütün için kendini fedanın ortaya çıkması için, bir yasak, kural ve yaptırım gerekir.
Dilin, kültürün, öğrenmenin, dayanışmanın, iş birliğinin olması bunun ön koşuludur ama kendisi değildir. Normal bir sürüde dayanışma ve iş birliği gönüllülüğe ve karşılıkla çıkara dayanır, parçanın bütüne tabi olması henüz yoktur burada. Maymunlar birbirinin bitini kırarak pek ala dayanışmayı geliştirmektedirler ama kesin olarak alturizmin olmadığı kanıtlanmıştır.
Alturizmi zorlayacak bir biyolojik baskı da yoksa arılar ve karıncalarda olduğu gibi bunun ortaya çıkışının tek yolu, böyle bir kural koymanın dolasıyla bir yaptırımın ortaya çıkması olmalıdır.
Yasak, kural ve yaptırım (kutsallık) ortaya çıktığı anda parçanın bütüne tabi olduğu toplum denen yepyeni bir canlı türü ortaya çıkar.
Artık bu canlı türü, organlarını değiştirerek türünü değiştirmez, üretim araçlarını değiştirerek ilişkilerini ve örgütlenmesini değiştirir. İlişkilerini ve örgütlenmesini değiştirerek de araçlarını değiştirir.
El baltasının 70.000 yıl öncesinden sonra adeta patlarcasına değişmesinin, birbiri peşisıra saplı baltaya dönüşmesi, ok ve yayın ortaya çıkması vs. onun biyolojik bir organ olmaktan çıktıktan sonra toplumsal hareketin yasalarının etkisiyle hızla değişmeye başlamasıyla ilgilidir.
3,5 milyon yıl neredeyse değişmeyen el baltası bir üretim aracı olduğunda hızla değişmeye başlar.
Artık toplum yepyeni bir canlı türüdür. Toplumu oluşturan homo spiensler artık kelimenin gerçek anlamında bir canlı türü değildirler. Çünkü onlar, tıpkı arılar ya da karıncalar gibi, toplum dışında var olup yaşayamazlar ve kendilerini sürdüremezler. Toplumdan dışlanma fiilen ölümdür. Bu nedenle tolumun insan kavramına ihtiyacı yoktur. Toplumu homo sapiensten hareketle değil, homo sapiensleri toplumdan harekete anlayabiliriz. Bütün burjuva sosyolojilerinin, bütün antropolojilerin ve de Hararilerin temel yanlışı budur.
Böylece diğer insan türlerinin ve diğer homo sapiens popülasyonlarının neden yok olduğunu, 70.000 yıldan beri neden ilk kez sanat eserleri vs. olduğunu, neden hepimizin aynı mitokondriyal Havva’nın torunları olduğumuzu anlayabiliyoruz.
Toplumun otaya çıkışı Toba volkanının patlamasından veya Harari’nin beyninin içinde bir yerlerde bir mutasyon olmasından çık daha büyük ve sarsıcı bir değişiklik, bir nitelik sıçraması, bir devrimdir.
Muhtemelen bu çıkışı yapan, bu değişimi sağlayan, bu ilk kuralı ve yasakları ve yaptırımları koyandır mitokondriyal Havva. Bu devrim, genlerimize kazınmıştır. Böyle bir devasa devrim hiçbir iz bırakmadan yok olamazdı.
Toplum parçanın bütüne tabi olması ile birden bire devasa ve yepyeni bir organizma olarak ortaya çıkar. Bir cebirsel birlik olmanın ona kazandırdığı güç insanın zihninde bir ruh olarak yansır.
Ruh dediğimiz şey özünde tolumun ortaya çıkardığı güçtür.
Tanrılar, totemler hep o toplumu temsil ederler. Bunlar biyolojik süreçlerin dğeil, sosyolojik süreçlerin ürünü olarak ortaya çıkarlar ve sosyolojik olarak tanımlanmaları gerektirir.
BuToplum7un ortaya çıkışı, örneğin Homo Sapiens’in ilk karşılaştığında neden Neandertalleri yok edemediğini hatta kendisinin geri çekildiğini de açıklar.
Neandertaller ile ilk karşılaşanlar gerçekten Homo Sapienslerdi. Ama ikinci karşılaşanlar 70.000 yıl önce ortaya çıkmış biyolojik olarak sapienslerden oluşan Toplumdu. Toplum karşısında Neandertal’inin bir şansı olamazdı. Hiçbir insan türünün, hatta bütün diğer homo Sapiens popülesyonlarının da hiçbir yansı yoktu. Çünkü onların hepsi karmaşık ilişkileri, gelişmiş dilleri ve kültürleri de olsa, sürüler halinde yaşıyorlardı. Yasak ve yaptırımı, parçanın bütüne tabi olmasını keşfetmemişlerdi. Onları yok eden Homo Sapiens değil, toplumdu. Bu nedenle yer yüzünde tek bir türden oluşan tek tür insandır.
Toplum ortaya çıktığı anda ya onlarla aynı nişi paylaştığı için, ya onlara alan bırakmadığı için veya onları birer av hayvanı olarak avlayarak tümünü yok etmiştir. İlk yok etmeye başladıkları da aslında diğer Homo Sapiens popülasyonlarıydı.
Toplum sadece başka insan türlerini ve homo sapiens popülasyonlarını yok etmedi. Onların konuştuğu dilleri, kültürleri de onlarla birlikte yok etti.
Dil bilimci Noam Chomsky’nin yeryüzündeki bütün dilleri aynı dilen lehçeleri gibi görüp tanımlamasının bir nedeni bu olabilir. Muhtemelen başka insan türleri ve diğer sapiens popülasyonlarının çok farklı yapıları olan, zaman içinde farklılaşmış dilleri olabilirdi. Bütün bunlar yok olduğundan, bugün var olan diller özünde hep bu birkaç yüz kişilik popülasyonun dilinden türediğinden diller bu nedenle aynı dilin çeşitli lehçeleri gibidirler yapılarının en derinine indiğimizde.
Bir sonraki yazıda, dinler, tanrılar, uygarlık gibi toplumun tarihine ilişkin olgularda Harari’yi ele alalım.
3 Ocak 2018 Çarşamba
Demir Küçükaydın
[email protected]
Bloglar:
https://steemit.com/@demiraltona
https://demirden-kapilar.blogspot.de
Video:
https://www.youtube.com/user/demiraltona
Podcast:
https://soundcloud.com/demirden-kapilar
İndirilebilir kitaplar:
https://drive.google.com/open?id=0BxCB_Gtx8VYAcDREeTJVLW93MjA
Bu yazı ilk olarak şurada yayınlandı:

Sort:  

Emeginize saglik hocam!

Coin Marketplace

STEEM 0.25
TRX 0.19
JST 0.036
BTC 92920.99
ETH 3299.26
USDT 1.00
SBD 3.81